top of page

Tarihi Bir Yapıda Bütünleme ve Anti-Restorasyon

Çanakkale, Eylül 2024.

1964 Venedik Tüzüğü, bugün hala mimarların adeta anayasası niteliğinde başvurduğu kaynak. Restorasyon çalışmaları, tüzüğün maddeleri referans alınarak hayata geçiyor. Tüzükte “…anıtsal yapıların, özgünlüklerinin korunarak gelecek nesillere aktarılması görevimiz…” ve “yapının mümkün olduğunca özgün hali ile korunması, mümkün olduğunca restorasyon ve onarımdan kaçınılması, eğer onarım zaruri ise yapılan müdahalenin ayırt edilebilir olması” gerektiği ifadeleri yer alıyor. İşte tam da restorasyon ilkelerinin özeti niteliğinde maddeler bunlar.

Örneğin kimi zaman yapının yaşamını sürdürebilmesi için taşları dökülmüş bir duvarı tamamlamak zaruriyken kimi zaman o duvarı olduğu gibi korumak, belki sadece ayakta durmasını sağlamak için destekte bulunmak yeterli olabiliyor. Bunun karar vericisi de elbette uzmanlar.

 

Yakın zamanda Çanakkale Seddülbahir Kalesi’ni ziyaret ettiğimde benzer bir örneğe şahit oldum. Gerekli ihtiyaçlar doğrultusunda kale duvarlarının bir bölümü tamamlanırken, bir kule için yalnızca onu ahşap bir strüktürle ayakta tutmak yeterli görülmüş. Bunu görünce aklıma John Ruskin’in “Koltuk değneği kaybedilen bir uzuvdan daha iyidir.” düşüncesi geldi. Yapıya ruhu olan bir canlı gibi bakıldığında; onun yaşlanmış, yaralanmış haline kalıcı müdahalelerde bulunmak tercih edilmiyor. Öyle ki kolu kanadı kırılmış bir yapıyı sadece yaşamını sürdürmesi için sargı bezleriyle sarmak ve bu bezleri de görünür kılmak çok daha sahici bir yaklaşım olarak görülüyor. Ruskin daha da ileri giderek şöyle diyor:

 

"Restorasyon bir yapının uğrayabileceği en büyük yıkımdır. Öyle bir yıkım ki, geriye bir şey kalmaz. Bu yıkıma da, ortadan kaldırılmış olan şeyin sahte bir betimlemesi eşlik eder. O zaman restorasyondan hiç söz etmeyelim. Restorasyon saçmadır, imkansızdır. Tıpkı bir ölüye yeniden can vermek gibi."

 

Cesare Brandi görece daha makul bir yerden bakıp rekonstrüksiyon yani yok olmuş tarihi bir yapının yeniden yapılmasını üzerine değerlendirmede bulunuyor:


“Bir malzeme bir yapıda bir kez kullanıldı mı, insan emeğinin bir sonucu olarak tarihselleşir. Aynı taş ocağından aynı mermeri iki kez almak kimyasal açıdan aynı malzeme demek olsa da, bu iki mermerin hem tarihî açıdan anlamı farklıdır, hem de işlenme ve görünüm açısından.
Bir rekonstrüksiyonun özgün olanla aynı anlama geldiğini öne sürmek mümkün değildir. Tam tersine, hem tarihî olarak, hem de estetik açıdan her rekonstrüksiyon sahtedir”

 

Rekonstrüksiyon bir diğer deyişle “ihya” kavramlarını bu görüş üzerinden tartışmak üzere bir başka yazıya bırakıyorum. 1800’lerin sonunda dile getirilen bu düşünceler günümüzde romantik bulunsa da iyi bir koruma uzmanı bugün de yapının ruhunu korumanın ve yapacağı müdahaleyi minimumda tutmanın peşindedir. Elbette tarihi yapıların yaşamını sürdürebilmesi için ısı, ses gibi güncel konfor koşullarını sağlayan ihtiyaçlar karşılanmalıdır. Aslında yapıların kullanımını devam ettirmeye çalışmak çokça vurguladığımız sürdürülebilirliğe de katkı sunar. Fakat bunu yaparken başta Venedik Tüzüğü’nde denildiği gibi yapının mümkün olduğunca özgün hali ile korunması, mümkün olduğunca restorasyon ve onarımdan kaçınılması, eğer onarım zaruri ise yapılan müdahalenin ayırt edilebilir olması gerekir.

 

Seddülbahir Kalesi nereye ne ölçüde müdahale yapılması gerektiğini gösteren iyi bir örnek. Bir kule için koltuk değneği yeterliyken müze bölümünde taşların bütününün tamamlanması gerekebilir ve bu kararlar aynı yapı içinde alınabilir. Seddülbahir Kalesi restorasyon uygulamalarına dair özellikle Bab-ı Kebir yani büyük kapı için alınan pek çok kritik karar daha bulunuyor, bu konuları da bir başka yazıya bırakarak yolunuzu Çanakkale’ye düşürmeniz temennisiyle yazıyı sonlandırıyorum. Umarım yolunuz düşer ve bir de bu gözle bakarsınız.

IMG_9035.HEIC
IMG_9028.HEIC
bottom of page